Beyazıt Öztürk’ün televizyon programı Beyaz Şov’u yaparken, skeçlerde bir tiplemesi vardı. Nefes almanı istemiyorum ama yaşamanı istiyorum. Ağlamanı istiyorum ama gözlerinden yaş akmasını istemiyorum gibi abuk sabuk çelişkilerle muhataplarını sıkıştırırdı.
Bizim ekonomi yönetimi de buna döndü. Enflasyonun düşmesini istiyorum ama parasal sıkılaşmayı da bırakmak istiyorum. Paranızın olmasını istemiyorum ama bana dolaylı vergi ödemenizi istiyorum.
Gıda ve enerji harcamalarınızın enflasyona etkisini görüyorum ama, bunun enflasyon sepeti içinde ağırlığını arttırıp, gerçek durumunuzu ortaya koymak istemiyorum. Bana güvenmenizi istiyorum ama ne zaman yeni bir maliyet çıkartırsam da güveninizin kırılmasını istemiyorum.
Ülkede geçim sıkıntısı var ama herkesin mutlu olması isteniyor. Az para alıp, bol para harcamasının talep edilmesi de cabası. Çok çocuk yapması isteniyor ama bez parasından yakınması tepkiyle karşılanıyor.
Emekli olması isteniyor, ama üç kuruş para verilmesine karşılık, çalışsın istenmiyor. Memur olmak için sınava girmesi gerektiği belirtiliyor ama sonra mülakatı geçmesi için hamili kart yakınımdır bulması gerekiyor.
Aslında ekonomi yönetiminde durum bu da sokakta farklı mı? Ekonomik yanlışlardan bahsettiğiniz insanlar, önce deli gibi savunuyor, iki dakika sonra mevzu değiştiğinde maaşının yetmediğinden yakınıyor.
Taksicilerin oda başkanı bütün araçlara teşekkür ibareleri astırıyor, ama sıra onun cebine geldiğinde önce aldığı zam oranını unutup, bir de üzerine indi bindi 120 TL olsun diyor. Acaba bu hesapla onun cephede enflasyon kaça geliyor? Söz konusu o ise, gerisi teferruat. Fakat mesele hükümetin ekonomi politikaları konuşmaya gelince, neden ve nasıl olduğu bilinmez bir şekilde savunmaya geçiyor.
Esasen bu ülkenin en büyük problemi bu ve iyi keşfedilmiş durumda. Şuculuk buculuk oynarken, eğer gerekli kesimlere, olanak verir, hatta olanağın ihtimalini anlatırsanız, sonrasında memleketin genelinde ne yaşandığı da onlar için önemini yitiriyor.
Oysa hiç bir dönemde, hiçbir iktidar giderken, faturasını da yanında götürmemiştir ve götürmeyecektir. Şayet siz ülkede aitlik yerine birey olmayı esas alır, eğitimlerinizi de vatandaşlık temelli şekillendirirseniz, herkes gerçek patronun kim olduğunu öğrenmek zorunda kalır.
Fakat sokaktaki yandaş, işi aksayana kadar savunuyorsa, işin ucu kendine dokunduğunda da neredeyse adres belirtmeksizin taleplerini sıralıyorsa, ülkenin ekonomi yönetimi de çıkıp, nalıncı keseri gibi mantığı olmayan talepleri sıralar. O ülkede de:
Cumhuriyet tarihinin en yüksek maaşları alınır, ama satın alma gücü olmaz. En büyük adalet sarayları yapılır ama adalet dağıtılmaz. Her şey ülke için diye söylenir, ama gerçekten ülke adına bir şey yapılmaz. Çünkü bu filmin adı hep aynıdır: Nalıncı keseri…